Hümanizm(İnsancılık) Nedir?
İnsanın yeteneklerini araştıran ve bu yetenekleri daha ileri bir insanlık için geliştirme amacını güden öğretilerin genel adı.
Hümanizm özel olarak 16. yüzyılda Avrupa'da ortaya çıkan ve insanın kendini araştırmasıyla, doğaüstü saplantılardan sıyrılmaya çalışmasıyla, bunun için hem gerçekçi ve eleştirici bir bakış kazanması hem de bu bakışı insanın özgürlüğü için kullanmaya yönelmesiyle belirgin düşünce akımıdır. Hümanizmin kökenini belki de şu ya da bu açıdan insanı konu edinen en eski filozofların, bu arada kendi kendini araştırmaya yönelen Sokrates'in düşünce çabasında aramak doğru olur. "Her şeyin ölçüsü insandır" diyerek insandan daha önemli bir değer olamayacağını duyuran sofist Protagoras'ın da felsefedeki tüm olumsuz tutumlarına karşın bir hümanist olduğu söylenebilir.
Rönesans'ın duygu ve düşünce dünyasını belirleyen hümanizmanın kökü Orta Çağ'ın derinliklerine uzanır. Barbar yayılmaları sırasında bir iktisadî ve toplumsal bunalımla birlikte büyük bir kültür bunalımına düşmüş olan Avrupa'da bu yayılmalardan sonra Latin yapıtlarından dindışı olanlarının kopya edilmesi yeniden başlatıldı.
Avrupalı düşünce adamları tüm Orta Çağ boyunca Cicero, Ovidius, Horatius, Vergilius, Torentius gibi yazarların yanında Platon'u ve Aristoteles'i de Lâtince metinlerden okuyorlardı. Bu gelişim içinde Bizans ve Yunan kültürleriyle bağlar kopmuş gibiydi, yalnızca İtalyanlar bu kültürlere az da olsa sürekli bir ilgi duymaktaydılar. 15. yüzyıl İtalyası'nda bu ilgi iyiden iyiye arttı. Birçok Bizanslı bilgin, İstanbul'un fethi üzerine Roma'da toplaşırken Yunan kültürünün başlıca yapıtları büyük bir hızla Lâtinceye çevrildi, böylece Platon'un ve Aristoteles'in de daha doğru anlaşılabilmesi için zemin hazırlanmış oldu. Tüm İtalya'da üst kesim insanlarının Yunanca ve Lâtince yapıtlarla kitaplıklarını zenginleştirme istekleri giderek bir modaya dönüştü.
Rönesans hümanizmi önce dinsel bir devinim olarak ortaya çıktı. Başta Erasmus olmak üzere birçok yazar, Eskiçağ ahlâkıyla Hristiyan ahlâkını bağdaştırmaya çalışmıştır. Hümanizmin gelişmesinde o dönemde en büyük katkı elbette Hollandalı Erasmus'tan geliyordu. Bir yandan Epikürcü bir ahlâk anlayışına bağlanırken, bir yandan Sokrates'i yücelten Erasmus, hoşgörü fikrinin ilk büyük savunucusu olmuştur. Bir süre sonra insancılık dinsel niteliğini yitirmeye başladı. Luther ve Calvin, hümanistleri, İsa yolundan dönmüş, pagan inancını benimsemiş insanlar olarak belirlediler.
Gerçekten hümanistler dünyayı ve insanı ikinci plana itmiş, onu tümüyle doğaüstü bağımlamış olan Hristiyan ahlâkından yavaş yavaş kopmaya ve insandaki yetenekleri yücelterek onu doğada özgür ve yarınını daha iyi kuracak biçimde güçlü bir varlık saymaya başladılar. Böylece çileci ve gizemci düşünceyle bağlarını koparıp dünyanın bütün güzellikleriyle ilgilenen, kendindeki güzellikleri bu güzelliklerle doğrulamaya çalışan insan, hümanist tipinin ilk belirgin örneğini verirken, karşısında bütün katılığı içinde dini buldu. Bu dindışı gelişimin elbette her şeyden önce ekonomik ve toplumsal nedenleri vardı. İnsanlar her şeyden önce Kolomb'un, Vasco da Gama'nın, Magellan'ın gezileriyle yeni ufuklara açılmışlardı. Basım tekniğinin bulunması bu açılımı desteklemişti.
Evren tablosunun değişip dünyanın merkez olmaktan kurtulması, insanların, dikkatlerini doğaüstünden doğaya çevirmesini sağlamıştı. Bu dindışı eğilim Fransa Kralı I. François ve kızkardeşi Navarra Kraliçesi Angoulemeli Margarita'nın çabalarıyla desteklendi. Böylece Orta Çağ'ın belirgin insan tipi, toplumsallığın ya da daha doğrusu dinsel toplum düzeninin altında bireyselleşmeden kalmış ve ezildikçe ezilmiş insan tipi, Tanrı'sına ve Senyör'üne karşı görevlerini yaparken hiçbir hakka sahip olmayan insan tipi tarihe karışıyordu. Orta Çağ insanının yaşadığı dünya ikincil bir dünyaydı, en önemlisi de gericiydi; gerçek yaşam başka dünyada olduğuna göre onun bu başka dünyadaki mutluluğuna şimdiden var gücüyle hazırlanması gerekirdi. Hümanizm bireyselleşmemiş kişilerin katı toplumsal düzenini sarstı. Hümanizm hiçbir önemi kalmamış olan insana önemini anımsatıyordu. Bu önem elbette hümanistlerin canla başla okuyup özümlemeye koyulduğu eski metinlerde bol bol vardı.
Buna göre bir Rönesans insanı tipi, bir hümanist insan tipi ortaya çıktı. Bu insan acele kararlardan ve önyargılardan kaçan insandı. Katı kuralcılığa kesinlikle karşıydı. İnsan için yararlı olanı her şeyin üstünde tutuyordu. Bunun için gerçek olanla gerçek olmayan, değerli olanla değersiz olanı birbirinden ayırmak zorundaydı. Bu tutum bazı yazarlarda, örneğin Rabelais'de "Yaşamak hakkındır, canın ne istiyorsa onu yap" formülüne kadar götürüldü. Hümanist düşünüşün diğer belli başlı temsilcileri arasında Petrarca, Boccaccio, Machiavelli ve Montaigne vardı. Orta Çağ'da ağırlıklarını yitiren din kurumları yeniden eski güçlerini kazanınca hümanizm korunmasız kaldı, ayrıca gelişen mutlak yönetimler özellikle de Richelieu yönetimi, dindışılık karşısında bağlayıcı olmayı her şeyden önce siyasal bütünleşmeye sakatlıklar getirecek bir tutum olarak gördüğünden, bir zaman sonra hümanist olmak ateşle oynamak anlamı kazandı. Bu arada din savaşları da hümanizm kültürünü büyük ölçüde geriletti. Bundan sonra hümanizm insanlık tarihinde dalga dalga gelişerek insanın mutlu geleceğini amaçlayan genel bir tutum anlamı kazandı. Bu arada ona özel anlamlar veren düşünürler de oldu. Örneğin Auguste Comte "insanlık dini" kavrayışını geliştirerek yeni bir hümanist tutum alırken, tüm doğaüstü katışıklarından arınmış bir dünya özlemi içinde, insanı insan için vazgeçilmez tek değer olarak benimsedi. Günümüzde hümanizm ve hümanist kavramları, insandaki bütün olanakların geliştirilmesini amaçlayan, insana değer veren ve insan kişiliğine saygı duyan her öğreti için kullanılabilmektedir. Edebiyatta da insan sevgisinin egemen olduğu ürünler, insanı, insan oluşu tek değer sayan, insanın özünü yücelten edebi yönelişler hümanist kavramıyla nitelenir.