Bilinemezcilik Nedir?
Mutlak bilgiye yani deney alanını aşan şeylerin bilgisine hiçbir zaman ulaşılamayacağını ileri süren öğreti. Buna göre bilinemezcilik, insan zihninin mutlak bilgiye ulaşma yeteneğinde olmadığını ve eşyanın doğası üzerine geçerli bir bilgi ortaya koyamayacağını ileri sürer. Her türlü metafizik bilgiye karşı temel bir eleştirici tutum olarak beliren bu öğreti her şeyden önce deney dünyasının dışında bir başka varlık alanını varsayarken insanın, bu alanın bilgisine hiçbir zaman ulaşamayacağını bildirir. Bu yüzden bilinemezciliği madde dünyasının, duyulur dünyanın, deneyle kavranılabilen dünyanın ötesinde bir başka varlık alanını yok sayan maddeci anlayışla karşılaştırmamak gerekir. Bilinemezciliğin en büyük adı Kant'tır. Felsefesini eleştirici bir tutumla temellendiren Kant, her iki varlık alanının kesinlikle birbirinden ayrılması gerektiğini düşünerek deneyine ulaşılabilen alana olgular alanı, deneyine hiçbir biçimde ulaşılamayan alana da kendinde şeylerin alanı (neoumenon) demiştir. Böylece çıkış noktasında Platoncu bir tutum alarak varlığı ikiye ayıran Kant, Platon'un tersine düşünülürün alanını bilinemezin alanı olarak belirlemiştir. Kant'a göre kendinde şeylerin alanı zihnimizden bağımsız olarak vardır, öyleyse bu alan tam tamına bilinemez olan alandır, usla kavranılabilir ya da varlığı onaylanabilir olmakla birlikte algılanamaz olan alandır. Bu görüşüyle Kant, bilinemezci anlayışı belirgin bir biçimde temellendiren ilk filozof olmuştur. Auguste Comte'un olumculuğunu da genel anlamda bilinemezcilik olarak belirlemek doğru olur, çünkü Auguste Comte mutlak bilginin varlığını yoksarken bilinemez gerçekliklerin alanı olarak ayrı bir alan belirlemiştir. Auguste Comte, "Mutlak bir kural vardır, buna göre mutlak olan hiçbir şey yoktur" diyordu. Bilinemezciliği en genel anlamda ılımlı bir kuşkuculuk olarak değerlendirmek doğru olur. Bu yüzden bu öğreti, metafizik karşısında duyulan genel bir güvensizliğin anlatımı olarak felsefeciden çok bilimci tutumunu belirler. Bilinemezcilik gerçekte İ.S. 2. yüzyıla doğru ortaya çıkan kutsal yaşamın da doğanın da tüm gizlerini bilinebilir olarak belirleyen, hatta onların bütünsel bilgilerine sezgiyle ulaşılabileceğini bildiren çok atılgan bir öğretinin, dinci bilinirciliğin bir eleştirisi olarak yerini alırken her türlü mutlak doğruya ulaşmanın yollarını çekinmeden arayan dogmacı tutumlarla da karşıtlaşır. İlk olarak 1869'da Huxley'in belirginleştiği bu kavram, kurgusal düşünceyle deneysel düşünce arasına koyduğu ayrımla bilimi kurgudan ayırmada belirleyici bir anlam taşır. Ne var ki her anlamda olumlu bir bakış açısını yansıtır gibi olan bilinemezcilik gerçekte bir temel çelişkiyi de kendinde taşır ve böylece kuşkugötürür bir kuşkuculuk niteliği kazanır. Çelişki bilinemezciliğin metafizik alanı bilgisine ulaşılamaz bir alan olarak belirlerken ve metafizik düşünceyi kökten mahkûm ederken gösterdiği titizliği, Kant'ta ve Auguste Comte'ta apaçık bir biçimde belirdiği üzere ahlâk bilgisini ortaya koyarken gösterememesinde, tam anlamında metafizikçi bir tutumla ahlâk kurallarını temellendirmeye yönelmesinde kendini gösterir. Bu çelişki elbette daha temel bir çelişkiden, somut düşünceye dayanan bilimci kavrayışıyla dincilikten kaynaklanan aşkın dünya kavrayışını birbiriyle uzlaştırmaya çalışma çelişkisinden gelmektedir.